Perşembe, Kasım 1
kızmak
Birine ya da birilerine kızmak.
Yüzeyden baktığında sebeplerin vardır. Davranışlarından ya da söylediklerinden dolayı onlara "haklı olarak" kızarsın. Peki kökeninde ne vardır kızmanın? Kendine kızgınlık mı acaba?
Yoksa onlar sana ayna oldukları için midir kızgınlığın?
Ayna olurlar ve kendini görürsün.
Bundan mıdır?
Kendini sevmediğin ya da yeteri kadar sevmediğindendir belki de.
Peki insan kendini sevmeyi nasıl becerir?
Kendisiyle nasıl başa çıkar?
Pazartesi, Ekim 22
ISIRGAN OTU
Dört gözle bekliyorum ısırgan otunu. Mevsimi geldi, havalar soğumaya başladı, çok şükür yağmurlar da başladı. E, hadi artık. Topraktan ilk çıktığı andan, son göründüğü ana kadar her gün soframdadır. Koca bir kase, çiğden salatasını yapıp her gün ama her gün yiyoruz. Mucizesine inanıyorum. Daha doğrusu Tanrı'nın mucizelerine. Her hastalık için bir ot yarattığına inananlardanım. Tabi hasta olmayı beklemeye gerek yok. Çok faydalı, hatta doğadaki en faydalı ot diyebilirim. En başta hücre yenileyici, hücre yapıcı ve onarıcı bir ot. Bir de kerata çok lezzetli. Bakmayın siz onun ağzınızı daladığına, nazı, işvesi o. Sizi sevdiğinden yapıyor.
Salata tarifini vermek istiyorum:
Isırgan otunu yıkadıktan sonra çiğ olarak büyükçe bir kaseye koyuyorum (bana ancak yettiği için). Tuz koymuyorum, çünkü peynir rendeliyorum. Aydın'ın Karpuzlu peyniri vardır, ondan. Bol miktarda sarmısak doğruyorum. Üzerine de zeytinyağ ve limon.
Isırgan otu hele bir çıksın da o zaman salatasının resmini çeker, yayınlarım.
Afiyet olsun
Bir de çayını 10-15 günlük kürler halinde ayda bir yapıyorum. Onu, salatasını tavsiye ettiğim gibi edemeyeceğim, çünkü tadı pek hoş değil. Ama şifa niyetine içiyorum. Taze ısırgan otu yapraklarını bir büyük kupaya koyuyorum, üzerine de kaynamış su ilave edip kupanın ağzını bir fincan tabağıyla kapayıp, demlemeye bırakıyorum. 15-20 dk. demlendikten sonra da sabahları aç karnına (kahvaltıdan yaklaşık yarım saat önce) içiyorum.
Yediğiniz ve içtiğiniz herşeyin şifa olmasını diliyorum.
Salata tarifini vermek istiyorum:
Isırgan otunu yıkadıktan sonra çiğ olarak büyükçe bir kaseye koyuyorum (bana ancak yettiği için). Tuz koymuyorum, çünkü peynir rendeliyorum. Aydın'ın Karpuzlu peyniri vardır, ondan. Bol miktarda sarmısak doğruyorum. Üzerine de zeytinyağ ve limon.
Isırgan otu hele bir çıksın da o zaman salatasının resmini çeker, yayınlarım.
Afiyet olsun
Bir de çayını 10-15 günlük kürler halinde ayda bir yapıyorum. Onu, salatasını tavsiye ettiğim gibi edemeyeceğim, çünkü tadı pek hoş değil. Ama şifa niyetine içiyorum. Taze ısırgan otu yapraklarını bir büyük kupaya koyuyorum, üzerine de kaynamış su ilave edip kupanın ağzını bir fincan tabağıyla kapayıp, demlemeye bırakıyorum. 15-20 dk. demlendikten sonra da sabahları aç karnına (kahvaltıdan yaklaşık yarım saat önce) içiyorum.
Yediğiniz ve içtiğiniz herşeyin şifa olmasını diliyorum.
Çarşamba, Ekim 17
Pazartesi, Ekim 15
Huzursuz Ruhlar
"Birisini çok sevseniz...
Ona aşık olsanız...
Hayranlık, dostluk ve şefkat bu aşkınızı beslese...
Yıllarınızı birlikte geçirseniz...
Onun için dünyanın en unutulmaz şiirlerini yazsanız...
Ve, bir gün sizi yapayalnız bırakıp ölse...
Perdelerinizi kapatıp her yanında onun izleri olan evinize kapansanız...
Artık yanınızda olmayan sevdiğinizin anılarını düşünseniz...
Sonra, artık size sahipsiz görünen odalardan birine girip onun dolabını açsanız...
İçinde isimler olan bir defter bulsanız...
Sevdiğinizin sizinle beraberken seviştiği ya da sevişmeyi düşündüğü insanların adları, uzun bir liste olarak yazılı olsa orada...
Ne yaparsınız?
Ne hissedersiniz?
Ünlü Fransız şair Aragon, karısı romancı Elsa Triolet öldükten sonra böyle bir liste bulmuştu işte.
Sevdiği kadının seviştiği erkekler...
Yediği bu darbenin ağırlığından uzun zaman kurtulamadı Aragon.
Çok ağır yaralanmıştı.
Ölüm, onların gelecekte birlikte yaşayacaklarını çalıp almış, ona sevdiği kadının bulunmadığı bir gelecek bırakmıştı; bulduğu defter de şimdi geçmişini alıp götürüyor, geçmişi lekeli bir boşluğa döndürüyordu.
Sevdiği insandan ona kalan anıların hepsi şüpheli gölgelerle kaplanıyordu.
Hesap sorabileceği, "niye yaptın" diyebileceği kimse yoktu.
Herhalde, ölene kadar Elsa'nın neden bunu yaptığını merak etti.
Üstelik bu cevabı kolay bulunabilecek bir soru da değildi.
Aragon, büyük bir şair, iyi bir romancı, siyasi mücadelelere girmiş cesur bir adam, halkının taptığı bir kahramandı.
Elsa için yazdığı şiirler neredeyse bütün dünya tarafından ezbere biliniyordu.
"Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de
Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm
Orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm
Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde"
O "derin gözlerin" sahibi onu aldatmıştı.
Bir kadının isteyebileceği neredeyse her şeye sahip olan kocasını bırakıp onunla kıyaslanamayacak bir defter dolusu erkekle birlikte olmuştu.
Bir kadın bunu niye yapar?
Kocasıyla birlikte efsaneleşmiş bir aşkın sembolü olarak görülen, adı kocası tarafından aşkla özdeşleştirilmiş, dünyanın en bilinen şiirlerine kendi ismi verilmiş bir kadın niye yapar bunu?
Sadece kocasını, sadece bütün dünyaya "Elsa'nın gözleri" şiirini ezberletmiş bir şairi değil, onların isimlerini kendi aşklarına katmış milyonlarca insanı da aldatmıştı.
Sanırım, bunu cevabı, Elsa Triolet'in büyük bir açık yüreklilikle tutulmuş günlüklerindeki bir satırda gizli.
"Herkes beni sevsin, bütün erkekler bana hayran olsun istiyorum."
Dünyanın belki de en korkunç hastalığına tutulmuş, daha doğrusu bu hastalıkla doğmuştu, "herkes tarafından sevilme ve beğenilme" hastalığı onu daha doğarken yakalamıştı.
Öylesine büyük ve imkansız bir şey istiyordu ki bu isteğinin tatmin edilmesi, onun bu tatminle huzura ermesi imkansızdı.
Bu hastalığa tutulmuş herkes gibi neredeyse tüm hayatını huzursuzlukla ve mutsuzlukla geçirmek zorundaydı.
Böyle birine dünyanın en büyük aşkını, dünyanın en iyi şairlerinden birini, yeteneği, başarıyı, kendisine ve kocasına hayranlık duyan bir kalabalığı verseniz de onun elde ettikleriyle yetinmesi mümkün değildi.
Tanrının niye bazı insanlara bu acı dolu hastalığı verdiğini bilmiyorum.
Gerçi yeryüzündeki herkeste bir "sevilme" isteği, beğenilme arzusu vardır ama bütün hayatının yönetimini bu tutkunun emrine vermek çok daha başka bir şeydir.
Neredeyse bütün erkekleri ya da kadınları tek bir insan gibi görüp onların hepsini tek bir insanı kendine aşık eder gibi kendine aşık etmeye çalışmak, aralarından biri bile kendisine yeterli ilgiyi göstermeyince herkes kendini terk etmiş gibi hissetmek, sürekli acı çektirir insana.
Böyle biri kaçınılmaz olarak kendini sevenlerle değil sevmeyenlerle, beğenenlerle değil beğenmeyenlerle ilgilenecektir.
Hep acı ve kırgınlık olacaktır hayatında.
Bir insan niye bu kadar çok sevilmek ister?
Niye diğer insanları hayatının merkezine yerleştirir?
Onların söyledikleri her söz, içinde yankılanır, onların bakışlarından, seslerinden anlamlar çıkarmaya çalışır?
Bu kadar çok insanı ruhuna sığdırmaya uğraştığına göre büyük bir boşluk olmalı ruhunda, doldurulması zor bir boşluk.
Nedir o?
Ne yaratır o boşluğu?
"Kainat paramparça oldu bir akşam üzeri
Her kurtulan ateş yaktı üstünde bir kayanın
Gördüm denizin üzerinde parlarken Elsa'nın
gözleri, Elsa'nın gözleri, Elsa'nın gözleri."
Bu mısraların bile dolduramayacağı o boşluk nasıl yerleşir bir insanın içine?
Şiire biraz meraklı her aşık sizin adınızı sevdiğine söylerken siz kendinizi nasıl bu kadar yalnız hissedebilirsiniz?
Bu mısraları sizin için yazan adam sizi severken, siz kendinizi nasıl sevilmemiş biri olarak görebilirsiniz?
Sizi böylesine aç bırakan eksiklik nedir?
Bütün dünyayla doldurmaya çalıştığınız o boşluğu yaratan sanırım aslında bir kişinin sevgisinin ve beğenisinin eksikliği.
Kendisinin.
Bazı insanlar bilmediğim bir nedenden dolayı kendilerini istedikleri gibi güvenle sevip beğenmeyecek bir ruhla doğuyorlar.
Ve, kendilerini beğenmedikleri için kendilerine kızıyorlar.
Garip bir ikilik bu.
Sevilmek isteyen de, sevmeyen de, sevilmediği için kızan da, sevmediği için kızılan da aynı insan, hepsi aynı ruhun içinde kendilerine bir yer buluyorlar.
Bu karmaşa onları yoruyor, hırpalıyor, yalnızlaştırıyor ve diğer insanlara düşman ediyor.
Bir yandan insanların sevgisini ve beğenisini kazanmak için çırpınırlarken bir yandan da o insanlara kızıyor ve kendilerini beğenenleri, onların beğenmediği birini beğendikleri için, kendilerini değil de başkalarını beğenenleri de "yanlış insanları" beğendikleri için küçümsüyorlar.
"Karanlık bulutları boşuna dağıtır rüzgar
Göklerden aydındır gözlerin bir yaş belirince
Camın kırılan yerindeki maviliğini de
Yağmur sonu semalarını da kıskandırırlar"
Bu mısraları onlar için yazan biri bile kurtulamıyor bu öfkeden ve küçümsemeden.
Ama asıl onları tehlikeli yapan, bütün dünya tarafından sevilmedikleri için kendilerini "haksızlığa uğramış" hissetmeleri.
Haksızlığa uğramış biri, bu "haksızlığı" dengelemek için her şeyi yapma hakkına sahiptir onlara göre.
Ve her şeyi yaparlar gerçekten de...
Sevgililerinin bütün arkadaşlarıyla yatıp onların adını bir deftere, "bulunacak" bir deftere yazabilirler.
"Sevilme hastalığına" yakalanmış birinin bencilliğinin sınırı yoktur.
Huzursuz, huysuz, öfkeli ve bencildirler.
Tanrının şakaları bitmez.
Bütün bu olumsuz özelliklerinden dolayı da çekicidirler.
İnsanlar, bu "sevilme hastalarını" tanıyamaz, anlayamaz, onların kendi kendileriyle olan olağanüstü didişmeleri, kavgaları, durduk yerde yarattıkları huzursuzlukları, sürekli, neredeyse an be an değişen duyguları, "sevilmek isteyen" den "sevmeyen"e süratli geçişleri, ruhlarındaki değişik insanları birbiri ardına ortaya çıkarmaları öylesine kuvvetli bir ruhsal girdap yaratır ki buna yakından bakmaya kalkan birinin bir karanlığa yuvarlanması kaçınılmazdır.
"Sana büyük bir sır söyleyeceğim.
Zaman sensin
Zaman kadındır. İster ki
Hep okşansın diz çökülsün hep
...
Zaman sensin uyuyan sen şafakta ben uykusuz seni beklerken
Sensin gırtlağıma dalan bir bıçak gibi
...
Daha beter seni kaçak
Seni yabancı bilmekten
Aklın ayrı bir yerde gönlün ayrı bir yüzyılda kalmaktan"
O karanlığa yuvarlanmış bir şairin, o karanlığı yaratan bir kadına yazdığı mısralar bunlar.
Aragon, bir "kaçakçılık", bir "yabancılık" olduğunu hissediyordu herhalde ama bunun sınırlarını tam da kestiremiyordu ta ki o defteri bulana, karısının bilmediği bir hayatı olduğunu keşfedene kadar...
Ama gene de "sensin gırtlağıma dalan bir bıçak gibi" diyordu.
O bıçak, asıl Elsa'nın ölümünden sonra o defterle daldı Aragon'un gırtlağına.
Hiçbir soru soramadı.
"Niye" diyemedi, "Niye yaptın Elsa?"
Dünya edebiyatının en büyük aşklarından biri, dünyanın en büyük acılarından biriyle bitti.
"Sana büyük bir sır söyleyeceğim.
Korkuyorum senden
Korkuyorum yanın sıra gidenden.
Pencerelere doğru akşamüzeri
El kol oynatışından söylenmeyen sözlerden
Korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan korkuyorum senden
Sana büyük bir sır söyleyeceğim.
Kapat kapıları
Ölmek daha kolaydır sevmekten
Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam
Sevgilim"
Aragon, "ölmenin sevmekten daha kolay" olduğunu Elsa'nın ölümünden, sırrının aydınlanmasından sonra daha iyi anladı.
Ve hiçbir zaman soramadı.
"Niye Elsa, niye yaptın bunu?"
AHMET ALTAN
Ona aşık olsanız...
Hayranlık, dostluk ve şefkat bu aşkınızı beslese...
Yıllarınızı birlikte geçirseniz...
Onun için dünyanın en unutulmaz şiirlerini yazsanız...
Ve, bir gün sizi yapayalnız bırakıp ölse...
Perdelerinizi kapatıp her yanında onun izleri olan evinize kapansanız...
Artık yanınızda olmayan sevdiğinizin anılarını düşünseniz...
Sonra, artık size sahipsiz görünen odalardan birine girip onun dolabını açsanız...
İçinde isimler olan bir defter bulsanız...
Sevdiğinizin sizinle beraberken seviştiği ya da sevişmeyi düşündüğü insanların adları, uzun bir liste olarak yazılı olsa orada...
Ne yaparsınız?
Ne hissedersiniz?
Ünlü Fransız şair Aragon, karısı romancı Elsa Triolet öldükten sonra böyle bir liste bulmuştu işte.
Sevdiği kadının seviştiği erkekler...
Yediği bu darbenin ağırlığından uzun zaman kurtulamadı Aragon.
Çok ağır yaralanmıştı.
Ölüm, onların gelecekte birlikte yaşayacaklarını çalıp almış, ona sevdiği kadının bulunmadığı bir gelecek bırakmıştı; bulduğu defter de şimdi geçmişini alıp götürüyor, geçmişi lekeli bir boşluğa döndürüyordu.
Sevdiği insandan ona kalan anıların hepsi şüpheli gölgelerle kaplanıyordu.
Hesap sorabileceği, "niye yaptın" diyebileceği kimse yoktu.
Herhalde, ölene kadar Elsa'nın neden bunu yaptığını merak etti.
Üstelik bu cevabı kolay bulunabilecek bir soru da değildi.
Aragon, büyük bir şair, iyi bir romancı, siyasi mücadelelere girmiş cesur bir adam, halkının taptığı bir kahramandı.
Elsa için yazdığı şiirler neredeyse bütün dünya tarafından ezbere biliniyordu.
"Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de
Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm
Orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm
Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde"
O "derin gözlerin" sahibi onu aldatmıştı.
Bir kadının isteyebileceği neredeyse her şeye sahip olan kocasını bırakıp onunla kıyaslanamayacak bir defter dolusu erkekle birlikte olmuştu.
Bir kadın bunu niye yapar?
Kocasıyla birlikte efsaneleşmiş bir aşkın sembolü olarak görülen, adı kocası tarafından aşkla özdeşleştirilmiş, dünyanın en bilinen şiirlerine kendi ismi verilmiş bir kadın niye yapar bunu?
Sadece kocasını, sadece bütün dünyaya "Elsa'nın gözleri" şiirini ezberletmiş bir şairi değil, onların isimlerini kendi aşklarına katmış milyonlarca insanı da aldatmıştı.
Sanırım, bunu cevabı, Elsa Triolet'in büyük bir açık yüreklilikle tutulmuş günlüklerindeki bir satırda gizli.
"Herkes beni sevsin, bütün erkekler bana hayran olsun istiyorum."
Dünyanın belki de en korkunç hastalığına tutulmuş, daha doğrusu bu hastalıkla doğmuştu, "herkes tarafından sevilme ve beğenilme" hastalığı onu daha doğarken yakalamıştı.
Öylesine büyük ve imkansız bir şey istiyordu ki bu isteğinin tatmin edilmesi, onun bu tatminle huzura ermesi imkansızdı.
Bu hastalığa tutulmuş herkes gibi neredeyse tüm hayatını huzursuzlukla ve mutsuzlukla geçirmek zorundaydı.
Böyle birine dünyanın en büyük aşkını, dünyanın en iyi şairlerinden birini, yeteneği, başarıyı, kendisine ve kocasına hayranlık duyan bir kalabalığı verseniz de onun elde ettikleriyle yetinmesi mümkün değildi.
Tanrının niye bazı insanlara bu acı dolu hastalığı verdiğini bilmiyorum.
Gerçi yeryüzündeki herkeste bir "sevilme" isteği, beğenilme arzusu vardır ama bütün hayatının yönetimini bu tutkunun emrine vermek çok daha başka bir şeydir.
Neredeyse bütün erkekleri ya da kadınları tek bir insan gibi görüp onların hepsini tek bir insanı kendine aşık eder gibi kendine aşık etmeye çalışmak, aralarından biri bile kendisine yeterli ilgiyi göstermeyince herkes kendini terk etmiş gibi hissetmek, sürekli acı çektirir insana.
Böyle biri kaçınılmaz olarak kendini sevenlerle değil sevmeyenlerle, beğenenlerle değil beğenmeyenlerle ilgilenecektir.
Hep acı ve kırgınlık olacaktır hayatında.
Bir insan niye bu kadar çok sevilmek ister?
Niye diğer insanları hayatının merkezine yerleştirir?
Onların söyledikleri her söz, içinde yankılanır, onların bakışlarından, seslerinden anlamlar çıkarmaya çalışır?
Bu kadar çok insanı ruhuna sığdırmaya uğraştığına göre büyük bir boşluk olmalı ruhunda, doldurulması zor bir boşluk.
Nedir o?
Ne yaratır o boşluğu?
"Kainat paramparça oldu bir akşam üzeri
Her kurtulan ateş yaktı üstünde bir kayanın
Gördüm denizin üzerinde parlarken Elsa'nın
gözleri, Elsa'nın gözleri, Elsa'nın gözleri."
Bu mısraların bile dolduramayacağı o boşluk nasıl yerleşir bir insanın içine?
Şiire biraz meraklı her aşık sizin adınızı sevdiğine söylerken siz kendinizi nasıl bu kadar yalnız hissedebilirsiniz?
Bu mısraları sizin için yazan adam sizi severken, siz kendinizi nasıl sevilmemiş biri olarak görebilirsiniz?
Sizi böylesine aç bırakan eksiklik nedir?
Bütün dünyayla doldurmaya çalıştığınız o boşluğu yaratan sanırım aslında bir kişinin sevgisinin ve beğenisinin eksikliği.
Kendisinin.
Bazı insanlar bilmediğim bir nedenden dolayı kendilerini istedikleri gibi güvenle sevip beğenmeyecek bir ruhla doğuyorlar.
Ve, kendilerini beğenmedikleri için kendilerine kızıyorlar.
Garip bir ikilik bu.
Sevilmek isteyen de, sevmeyen de, sevilmediği için kızan da, sevmediği için kızılan da aynı insan, hepsi aynı ruhun içinde kendilerine bir yer buluyorlar.
Bu karmaşa onları yoruyor, hırpalıyor, yalnızlaştırıyor ve diğer insanlara düşman ediyor.
Bir yandan insanların sevgisini ve beğenisini kazanmak için çırpınırlarken bir yandan da o insanlara kızıyor ve kendilerini beğenenleri, onların beğenmediği birini beğendikleri için, kendilerini değil de başkalarını beğenenleri de "yanlış insanları" beğendikleri için küçümsüyorlar.
"Karanlık bulutları boşuna dağıtır rüzgar
Göklerden aydındır gözlerin bir yaş belirince
Camın kırılan yerindeki maviliğini de
Yağmur sonu semalarını da kıskandırırlar"
Bu mısraları onlar için yazan biri bile kurtulamıyor bu öfkeden ve küçümsemeden.
Ama asıl onları tehlikeli yapan, bütün dünya tarafından sevilmedikleri için kendilerini "haksızlığa uğramış" hissetmeleri.
Haksızlığa uğramış biri, bu "haksızlığı" dengelemek için her şeyi yapma hakkına sahiptir onlara göre.
Ve her şeyi yaparlar gerçekten de...
Sevgililerinin bütün arkadaşlarıyla yatıp onların adını bir deftere, "bulunacak" bir deftere yazabilirler.
"Sevilme hastalığına" yakalanmış birinin bencilliğinin sınırı yoktur.
Huzursuz, huysuz, öfkeli ve bencildirler.
Tanrının şakaları bitmez.
Bütün bu olumsuz özelliklerinden dolayı da çekicidirler.
İnsanlar, bu "sevilme hastalarını" tanıyamaz, anlayamaz, onların kendi kendileriyle olan olağanüstü didişmeleri, kavgaları, durduk yerde yarattıkları huzursuzlukları, sürekli, neredeyse an be an değişen duyguları, "sevilmek isteyen" den "sevmeyen"e süratli geçişleri, ruhlarındaki değişik insanları birbiri ardına ortaya çıkarmaları öylesine kuvvetli bir ruhsal girdap yaratır ki buna yakından bakmaya kalkan birinin bir karanlığa yuvarlanması kaçınılmazdır.
"Sana büyük bir sır söyleyeceğim.
Zaman sensin
Zaman kadındır. İster ki
Hep okşansın diz çökülsün hep
...
Zaman sensin uyuyan sen şafakta ben uykusuz seni beklerken
Sensin gırtlağıma dalan bir bıçak gibi
...
Daha beter seni kaçak
Seni yabancı bilmekten
Aklın ayrı bir yerde gönlün ayrı bir yüzyılda kalmaktan"
O karanlığa yuvarlanmış bir şairin, o karanlığı yaratan bir kadına yazdığı mısralar bunlar.
Aragon, bir "kaçakçılık", bir "yabancılık" olduğunu hissediyordu herhalde ama bunun sınırlarını tam da kestiremiyordu ta ki o defteri bulana, karısının bilmediği bir hayatı olduğunu keşfedene kadar...
Ama gene de "sensin gırtlağıma dalan bir bıçak gibi" diyordu.
O bıçak, asıl Elsa'nın ölümünden sonra o defterle daldı Aragon'un gırtlağına.
Hiçbir soru soramadı.
"Niye" diyemedi, "Niye yaptın Elsa?"
Dünya edebiyatının en büyük aşklarından biri, dünyanın en büyük acılarından biriyle bitti.
"Sana büyük bir sır söyleyeceğim.
Korkuyorum senden
Korkuyorum yanın sıra gidenden.
Pencerelere doğru akşamüzeri
El kol oynatışından söylenmeyen sözlerden
Korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan korkuyorum senden
Sana büyük bir sır söyleyeceğim.
Kapat kapıları
Ölmek daha kolaydır sevmekten
Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam
Sevgilim"
Aragon, "ölmenin sevmekten daha kolay" olduğunu Elsa'nın ölümünden, sırrının aydınlanmasından sonra daha iyi anladı.
Ve hiçbir zaman soramadı.
"Niye Elsa, niye yaptın bunu?"
AHMET ALTAN
Pazartesi, Ekim 8
iri ile ince
Biri olmadan, öbürü olmazmış. Bu boylece yazılsınmış.
Bir Rus köyünde iki balık yaşarmış.
Biri turuncu ve iri, öbürü korkak ve ince.
Bütün çiftler de böyledir biraz düşününce.
İri sormuş bir gün. 'Madem bütün bu denizler birbirine
bağlı, niye biz seninle sadece bu kıyıdan ötekine
yüzüp duruyoruz? Kendimizi bir akıntıya bıraksak, yeni
sularda yüzsek, başka balıklar yesek daha mutlu olmaz mıydık? '
Hak verdi İnce. İnceliğinden sırf.
*Çünkü onun mutluluğu için, İri ve o kıyı yeterlidir.*
Gerisi hava su değişikliğidir ki insan bundan beslenemez.
Balıklar hiç...
Yine de düştü İri'nin peşine.
Akıntıya bıraktı kendini.
Bunlar beraberce İstanbul ve Çanakkale boğazlarını geçtiler.
Geçerken eğlendiler. Fakat bir balikçı, akşam yavrularına balık götürmek için suya ağ atmıştı.
Ve bizimkiler farkına varmadan bu ağa takıldılar.
Daha doğrusu İri takıldı. İri ya.
İnce de sıyrılıp çıktı. İnce ya, bırakıp gitmedi.
Hem inceydi hem aşık. Kemirip ağları, kurtardı İri'yi.
'E, tabi, ben bu ağlara takılacak kadar güçlü kuvvetli değilim,
eriyip gidecek gibiyim' diyerek, onun gururunu da okşadı.
*Aşkta, en yanlış şeyler bile mantıklı gelir insana.*
Tabi balıklara da...
*Çünkü aşk, suyun içinde de aşktır.*
Derken, bizimkiler soğuk denizlere kavuştular.
Fakat İnce, alışık değildi bu serin sulara ve hastalandı.
Pulları dökülüyordu hergün ve gün geçtikçe daha da yavaşladı.
Hatta durdu birgün. Atlantiğin ortasında.
Ya döneceklerdi ve İnce kurtulacaktı.
Ya da tek bedene düşeceklerdi.
Çünkü herkesin Küba'ya kadar yüzecek nefesi kalmayabilir.
Hele hastaysa.
İri, Küba'ya gitmeyi seçmeden önce, biraz düşündü.
O düşündüğü süre kadardı sevgisi ki o da çok sayılmazdı.
En başta sıkılan oydu köyün kıyısından.
Demek aslında gitmek istiyordu İnce'sinin yanından.
Ama bizimki bu durumu anlamadı.
Ve onunla Küba'ya varmak için son çabalarla yüzdü.
*İnsan, sevdiğiyle geçen zamana doyamadıgı kadar aşıktır.*
Balıklar da...
'İki dakika daha beraber yüzmek, tek başına sağlığına kavuşmaktan iyidir'
bile dedirtir aşk insana.
Dedirttiği gibi İnce'ye, iki dakika kadar yüzdü ve öldü.
Yukarı doğru çıkarken zayıf gövdesi, kılçıklarına kadar mutluydu ve gülüyordu.
Koca bir balina onu yuttu, bunu da biliyordu.
İri, tek kaldı ama, suyun ucunda Küba vardı. Var gücüyle yüzdü.
İnce'yi unuttu. İnce'yi unuttuğu kötü oldu.
Çünkü onlar birbirlerine 5 saniyede bir, nereye gittiklerini hatırlatıyorlardı
ve şimdi 10 saniye geçmişti ve katiyen hatırlamıyordu.
Ne İnce'yi ne Küba'yı ne de adının İri olduğunu.
*İnsana adını başkaları hatırlatır, balıklara da...*
O yüzden kayboldu derin sularında Atlantiğin.
Ve koca bir balina onu da yuttu.
Fakat mucize bu ya, balinanın midesinde İnce'yi buldu.
Meğer onları yutan aynı balinaymış, İnce olmemişmiş, tam tersi midenin sıcaklığında dirilmişmiş. Ama oradan çıkarsa ölecek.
İri de oradan giderse, nereye gittiğini ve adını unutucak.
O yüzden, artık ikisi de buradalar.
Ne fark eder. *İnsana sevdiğinin yanı cennettir.*
*Sevmeden hiçbir şeyin tadı olmadığını, bu hikayeyi bilen bütün balıklar bilir.
Ya insanlar?*
"Kendini sevmek, ömür boyu sürecek bir aşk öyküsünün başlangıcıdır... "
Bir Rus köyünde iki balık yaşarmış.
Biri turuncu ve iri, öbürü korkak ve ince.
Bütün çiftler de böyledir biraz düşününce.
İri sormuş bir gün. 'Madem bütün bu denizler birbirine
bağlı, niye biz seninle sadece bu kıyıdan ötekine
yüzüp duruyoruz? Kendimizi bir akıntıya bıraksak, yeni
sularda yüzsek, başka balıklar yesek daha mutlu olmaz mıydık? '
Hak verdi İnce. İnceliğinden sırf.
*Çünkü onun mutluluğu için, İri ve o kıyı yeterlidir.*
Gerisi hava su değişikliğidir ki insan bundan beslenemez.
Balıklar hiç...
Yine de düştü İri'nin peşine.
Akıntıya bıraktı kendini.
Bunlar beraberce İstanbul ve Çanakkale boğazlarını geçtiler.
Geçerken eğlendiler. Fakat bir balikçı, akşam yavrularına balık götürmek için suya ağ atmıştı.
Ve bizimkiler farkına varmadan bu ağa takıldılar.
Daha doğrusu İri takıldı. İri ya.
İnce de sıyrılıp çıktı. İnce ya, bırakıp gitmedi.
Hem inceydi hem aşık. Kemirip ağları, kurtardı İri'yi.
'E, tabi, ben bu ağlara takılacak kadar güçlü kuvvetli değilim,
eriyip gidecek gibiyim' diyerek, onun gururunu da okşadı.
*Aşkta, en yanlış şeyler bile mantıklı gelir insana.*
Tabi balıklara da...
*Çünkü aşk, suyun içinde de aşktır.*
Derken, bizimkiler soğuk denizlere kavuştular.
Fakat İnce, alışık değildi bu serin sulara ve hastalandı.
Pulları dökülüyordu hergün ve gün geçtikçe daha da yavaşladı.
Hatta durdu birgün. Atlantiğin ortasında.
Ya döneceklerdi ve İnce kurtulacaktı.
Ya da tek bedene düşeceklerdi.
Çünkü herkesin Küba'ya kadar yüzecek nefesi kalmayabilir.
Hele hastaysa.
İri, Küba'ya gitmeyi seçmeden önce, biraz düşündü.
O düşündüğü süre kadardı sevgisi ki o da çok sayılmazdı.
En başta sıkılan oydu köyün kıyısından.
Demek aslında gitmek istiyordu İnce'sinin yanından.
Ama bizimki bu durumu anlamadı.
Ve onunla Küba'ya varmak için son çabalarla yüzdü.
*İnsan, sevdiğiyle geçen zamana doyamadıgı kadar aşıktır.*
Balıklar da...
'İki dakika daha beraber yüzmek, tek başına sağlığına kavuşmaktan iyidir'
bile dedirtir aşk insana.
Dedirttiği gibi İnce'ye, iki dakika kadar yüzdü ve öldü.
Yukarı doğru çıkarken zayıf gövdesi, kılçıklarına kadar mutluydu ve gülüyordu.
Koca bir balina onu yuttu, bunu da biliyordu.
İri, tek kaldı ama, suyun ucunda Küba vardı. Var gücüyle yüzdü.
İnce'yi unuttu. İnce'yi unuttuğu kötü oldu.
Çünkü onlar birbirlerine 5 saniyede bir, nereye gittiklerini hatırlatıyorlardı
ve şimdi 10 saniye geçmişti ve katiyen hatırlamıyordu.
Ne İnce'yi ne Küba'yı ne de adının İri olduğunu.
*İnsana adını başkaları hatırlatır, balıklara da...*
O yüzden kayboldu derin sularında Atlantiğin.
Ve koca bir balina onu da yuttu.
Fakat mucize bu ya, balinanın midesinde İnce'yi buldu.
Meğer onları yutan aynı balinaymış, İnce olmemişmiş, tam tersi midenin sıcaklığında dirilmişmiş. Ama oradan çıkarsa ölecek.
İri de oradan giderse, nereye gittiğini ve adını unutucak.
O yüzden, artık ikisi de buradalar.
Ne fark eder. *İnsana sevdiğinin yanı cennettir.*
*Sevmeden hiçbir şeyin tadı olmadığını, bu hikayeyi bilen bütün balıklar bilir.
Ya insanlar?*
"Kendini sevmek, ömür boyu sürecek bir aşk öyküsünün başlangıcıdır... "
Çarşamba, Ekim 3
Ne olduğunu bilmeden (sanırım 12 yaşlarımdaydım) yogaya ve meditasyona başladım. Kendi kendime bağdaş kurup, ellerimi dizlerimin üzerine koyup öylece oturuyordum. Aslında ne olacağını da bilmiyordum. Birşey olduğu da yoktu aslında. Bu merak nereden geldi bilmiyorum. Kimse birşey söylememişti. Sonra yaptığım şeyle ilgilenmeye başladım. Genelde insanoğlu ilgilendiği şeyi yapar. Bende de tam tersi olmuştu. Yaptığım şeyle ilgilenmeye başlamıştım. Kitaplar okumaya, bilenlerle konuşmaya başladım.
Zaman geçti. (Bu aslında dilimizde bilindik ve kalıplaşmış bir cümle. Zaman geçmesi. Aslında biz de geçiyoruz farkında olmadan ömrümüzün zamanından).
Sonra farkındalığı keşfettim okuyarak. Önemli olanın zamanın geçmesi değil de, kendimi keşfederek kendimden geçmenin önemli olduğunu öğrendim. Ve anladım ki kendimden geçmeyi öğrenemezsem huzurlu dolayısıyla da mutlu olamayacağım.
BENİ YA SEVMELİ YA ÖLDÜRMELİ
YİTİRMELİ NE VARSA
BAŞLAMALI YENİDEN
Deli Kızın Türküsü - SEZEN AKSU
Kendinden geçebilmek. Öyle sanıldığı gibi kolay değil. Öyle engeller, öyle taşlar, kayalar hatta dağlar getirip koyuyor ki önüne, tanıyamıyorsun kendini. Kendinin kendine ettiği budur.
Babam her zaman der "Seni herkesden ve herşeyden koruyabilirim ama seni kendinden koruyamam"
Genelde farkındalıkla, ruhsal gelişmeyle ilgili okuduklarım. İyi bir OSHO, Shirley MacLaine takipçisiyim.
İnsanoğlunun defalarca bedenlendiğine inanıyorum bu dünyada. Defalarca bedenleniyoruz ki kendimizden, egomuzdan, yanıldığımız sahte benliğimizden geçmeyi öğrenelim diye. İşte gel gör ki bir kere bedenlenmekle olmuyor bu.
AMA AHDIM VAR. ÖZ'ÜME VARDIKTAN SONRA BİR DAHA DÜNYAYA GELME ŞANSIM OLURSA MARTI OLARAK GELMEK İSTİYORUM. BEYAZ BİR MARTI. HERKESE VE HERŞEYE GÖKYÜZÜNDEN BAKMANIN KEYFİNİ YAŞAMAK İSTİYORUM.
En hayran olduğum yaratık martıdır.
AMA AHDIM VAR. ÖZ'ÜME VARDIKTAN SONRA BİR DAHA DÜNYAYA GELME ŞANSIM OLURSA MARTI OLARAK GELMEK İSTİYORUM. BEYAZ BİR MARTI. HERKESE VE HERŞEYE GÖKYÜZÜNDEN BAKMANIN KEYFİNİ YAŞAMAK İSTİYORUM.
En hayran olduğum yaratık martıdır.
Loreena McKennitt ve Puslu Kıtalar Atlası
Aynı döneme denk gelir Loreena McKennitt ile Puslu Kıtalar Atlası'nı keşfedişim.. O zamandan beri de vazgeçilmezim oldular. Loreena McKennitt meditasyon müziğimdir. Puslu Kıtalar Atlası da bugüne kadar onlarca kez okuduğum bir kitap. Tam olarak çözemediğim birşeyler buluyorum bu kitapta. Yazarı da çok enteresandır ki evlenmeden önce gençliğim geçtiği evin çok yakınında oturuyordu. Evimi bırakmadan önce öyleydi. Şimdiyi bilmiyorum.
Puslu Kıtalar Atlası
Kitab-ül Hiyel (Eski Zaman Mucitlerinin İnanılmaz Hayat Öyküleri)
Efrasiyab'ın Hikayeleri
Amat
Kitab-ül Hiyel (Eski Zaman Mucitlerinin İnanılmaz Hayat Öyküleri)
Efrasiyab'ın Hikayeleri
Amat
Puslu Kıtalar Atlası'nın arka kapağında aşağıdaki yazıyı görünce nedense almak istedim hemen.
"Yeniçeriler kapıyı zorlarken Uzun İhsan Efendi hala malum konuyu düşünüyor, fakat işin içinden bir türlü çıkamıyordu... 'Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öylese varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öylese gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.' Kapı kırıldığında Uzun İhsan Efendi kitabı kapadı. Az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları geçirdi: 'Dünya bir düştür. Evet, dünya..Ah! Evet, dünya bir masaldır."
"Yeniçeriler kapıyı zorlarken Uzun İhsan Efendi hala malum konuyu düşünüyor, fakat işin içinden bir türlü çıkamıyordu... 'Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öylese varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öylese gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.' Kapı kırıldığında Uzun İhsan Efendi kitabı kapadı. Az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları geçirdi: 'Dünya bir düştür. Evet, dünya..Ah! Evet, dünya bir masaldır."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)